Fatih Altaylı ile uzun yıllardır tanışırız, hatta hürriyet gazetesinde 1990’lı yıllarda aynı sayfadaki köşeyi dönüşümlü yazarak yazı hayatımıza başlamıştık, ama bu uzun geçmişe rağmen aramızdaki ilişki bana sanki bir asimetrik savaş durumunu çağrıştırır yıllardır.
Yıllardır nedense bir türlü anlaşamıyor gibiyiz. bana neden diye sorarsanız vallahi bilmiyorum demekle yetinir ve anlaşmamamızı bir tür müesses nizam durumu gibi kabul ettiğimi söyleyebilirim size.
onunla ilk kez tam anlamda yakınlaştığımız gün Fatih’in beni dövmeye karar verdiği gündü.
O günü anlatmadan önce kendimle ilgili bir açıklama yapmak zorundayım. Yazarlık serüvenimize başladığımız o yıllarda ben silahlanarak gezmeye karar vermiştim. hatırladığım kadarıyla bunun asıl nedeni cüssesi nedeniyle bir tür Van canavarı olarak gördüğüm Fatih Altaylı değil, Ertuğrul Özkök’tü.
Dünyaya gonzo lafını tanıtan Hunter Thompson idolümdü o yıllarda.
Kendisine gonzo lakabını takan ve bu tür işlerin hiç çalışmayacağı bir mahallede(Cihangir) yaşadığı halde gonzo kavramını kendine tescil etmiş gibi davranan Tuğrul Eryılmaz sanırım unutmuş, bu kavramı ben 25 yıl kadar önce Türkiye’ye ilk kez Hürriyet gazetesinde tanıtmıştım.
Hunter da görebildiği ve görmediği tehlikelere karşı silahlı dolaşır ve gerekirse bunları kullanmaktan da çekinmezdi.
ben de o yıllarda önümdeki birkaç ay içinde yayın yönetmenimi bir şekilde mutlaka öldürmem gerekeceğini düşünerek silahlı dolaşmaya karar vermiştim.
Bunu şimdi okuyunca hayrola ne yapmış ki yayın yönetmenin sana diye sorabilenleriniz çıkabilir. Vallahi hiçbir şey yapmasa da genel yayın yönetmenlerine o yıllardan itibaren benim bir gıcığım hep vardır. hatta bir defasında akşam gazetesinde yayın yönetmeni olduğumda sırf prensip bozulmasın diye intihar ederek kendimi ortadan kaldırmayı bile düşünmüştüm.
Bunun yanında Ertuğrul Özkök insanın sinirini bozan bir şeyleri sürekli yapıp duruyordu.
Hatta bir gün Enis Berberoğlu gazetenin yemek salonunda durup dururken elini masaya defalarca vurduktan sonra ‘Artık yaptıkları yetti, onu öldüreceğim, başka çare kalmadı’ diye bağırıp Özkök’ün odasının bulunduğu kata doğru yola çıkmıştı. Onu asansöre binmeden önce son anda engelledim. Yüzüne baktım vallahi billahi de gözü dönmüştü, cinayete hazırdı bana göre. İleride onu engellediğime pişman oldum mu, tabii ki oldum. O gün o kata çıksaydı hayatımızdaki önemli bir sorun kestirmeden çözülebilirdi.
Neyse bir gün Fatih nedense beni evire çevire dövme kararlılığıyla başıma dikildi.
Ben sadece sakin bir şekilde oturduğum yerden kalktım ve yüzüne bakarak elimde duran ve Çekya’dan getirdiğim, salladığımda içinden çelik cop çıkan aygıtı salladım. diğer elimde de yüksek derecede elektrik verebilen şok aleti vardı. gülümseyerek onun arada elektrik vermesini kontrol ediyordum.
Bugüne kadarki davranışlarına bakarak her ne kadar rasyonel bir insan olduğuna dair bir kanıt katiyen olmasa ve hatta ben onun çoktan delirmiş olduğuna inansam da, o gün nedense rasyonel bir davranışta bulundu ve her cesur erkeğin o durumda yapması normal olanı yaptı, anında kaçtı yanımdan.
Dediğim gibi yıllardır birbirimizi tanısak da Fatih ile en sıcak yakınlaşmamızın o gün olduğunu söyleyebilirim. ancak yıllardır aramızda sürüyor gibi olan asimetrik savaş durumu geçenlerde aniden sürpriz sona ulaştı.
bir de baktım, aramızda bir yeni diyalog olmasa da Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili Fatih’le aynı tavırdayız.
Ben geldiğim son noktada Kemal Kılıçdaroğlu’nun Tapınak Şövalyeleri dünya devleti tarafından CHP’nin başına Türkiye’yi Tayyip Erdoğan’a teslim etmek görevi ile gönderildiğini düşünürken Fatih de “Yemin ediyorum, Kemal Kılıçdaroğlu’nun şu anda gece gündüz, yatıp kalkıp bütün derdi ‘İstanbul’u ben AK Parti’ye nasıl geri veririm?’ Çünkü şunu biliyor ki AK Parti İstanbul’u kaybetmekten çok muzdarip. O yüzden Kemal Kılıçdaroğlu’nun şu anki en temel projesi de İstanbul’u Ak Partili bir belediye başkanına tekrar nasıl veririm” diye konuşmaya başladı.
Bunu söylemekten oldukça rahatsız olsam da bu konuda Fatih Altaylı ile yüzde 100 aynı fikirdeyim.