30 Ekim 2023

Kaliteli yemek masalarında obur adam olmak

Uzun yıllar önce Hürriyet gazetesinde Mr.Gurme takma adıyla yazı yazarken yanlış hatırlamıyorsam Posta gazetesi yayın yönetmeni Rıfat Ababay “O gurme değil olsa olsa Mr. Gourmand” olabilir demişti.

Gourmand’ın ne oldunu bilmiyordum, anlamına bir bakayım dedim acaba ağır bir laf mı etti diye anlamak için, gourmand aşırı yemekten keyif alan insan demekmiş.

Yani obur adam  denmesi beni hiç yaralamamıştı, çünkü durumum aynen öyleydi o zaman  ve sevinerek söylemeliyim ki hala daha öyleyim.

***

Beni Mr. Gurme yapsın diye yayın yönetmenim Ertuğrul Özkök’ü ikna etmek için yıllardır muhabirlikte güçlendirdiğim hayli abartılı  yalan söyleme yeteneğimi kullandım ve ona kaliteli yemek yazıları yazacağımı söyledim. O da ikna olmadı aslında, ama galiba bir skandal daha olsun da ne olursa olsun diye düşünerek olsa gerek  gurmelik konusunda tamamen cahil olan benim gibi bir adamın gurme takma adıyla yazı yazmasını kabul etti.

***

Bu işe girişmemin nedeni İstanbul’un mekanlarında mümkün olduğunca fazla yemeği özellikle de para vermeden yemekti. bunu başarmış olmalıyım ki birkaç aydır beni görmeyenler altı ay sonra “sen ne yedin ki böyle oldun, resmen şişmişsin” demeye başladı. Ben oburluk maceramı istanbul ile sınırlamadım, diğer şehirlere de taşıdım. hatta bir obur olarak misak-ı milli sınırları dışına da çıktım. Avrupa’dan, Amerika’dan da yemek yazıları gönderdim.

***

Obur adam olmanın zevkli yanları yanında zorlu yanları da vardı. örneğin kaliteli yemek (Fine Dining) masalarında da bulunma zorunluluğu kaçınılmazdı. bu zorunluluk benim mümkün olduğunca fazla yemek misyonumda katlanacağım bir yüktü sadece.

***

Şöyle anlatayım meseleyi, ilk fine dining yemek deneyimlerimden birinde giriş yemeğinden sonra ana yemeğin gelmesini beklerken yuvarlak masadaki 10 kişinin de önüne eşantiyon diyebileceğim, benim gibi insanın diş kavuğunu bile doldurmayacak büyüklükte bir şeyler geldi. ben bir yanlışlık yapıldığını, hepsi bana gelmesi gereken yemeği on kişiye bölüştürdüklerini sanıp herkesin önünde duran atıştırmalıkları kendi tabağıma koymaya başladım. hepsini aldığımda tabağım ancak dolmaya başlamıştı düşünsenize. Masada oturan kadınlardan  biri bu yaptığımın fine dining tarihinde bir skandalı oluşturduğunu söyledi. Meğerse bunlar amus bouche denen, kişinin gelecek yemek için ağzındaki tadı hazırlayan atıştırmalıklarmış. skandal benim umurumda değildi, obur adamın amus bouche gibi şerefsizliklerle filan bir alakası olamazdı. sonra gelen ana yemeği masada bir tek benim en hazırlıklı yediğimi söyleyebilirim, diğerleri amus bouche yiyemeden ana yemeğe geçmişti.

***

benim için mükemmel yemek steak tartare, boeauf strogonof, poulet a la comtoise, sushi filan değildi. bana Al Dante pişmiş bir spagetti tabağı verin, üstüne eski kaşar rendeleyim, üstüne de ketçap dökersem ve bundan bol yersem bu benim mutlu olmam için yeterli mükemmel yemektir..  

bir defasında yine görüntüyü kurtarmak zorunlu olarak bir kaliteli İtalyan lokantasına gitmiştim. Ragu alla Bolognese denen bir şey ısmarladılar benim için. Mönülere prensip gereği bakmam, çünkü bakarsam mönüde olan her şeyi canım istemeye başlıyor.

Yine öyle aç olduğum bir gece Washington’da bir gece önceden kalmış pizza diliminin içine yeni ısmarlamış olduğum çin yemeğini koydum ve dürüm yaparak dedim. Lezzetini  bugün dahi aklımdan  çıkaramıyorum. 

Neyse Italyan restoranında makarnam nerdeyse saatlerce gelemedi. Sorunca bana ragu sosunun ancak böyle kıvamına geldiğini söylediler. ben başlarım kıvamınıza bana makarnamı getirin bir de ketçap verin yeter dedim. Başgarson eğer restoranın içinde bunu yaparsam intihar edeceğini  söyledi. benim açımdan bir sakıncası yoktu, ama kız arkadaşım bunu o gece görmeyi nedense istememişti. Sonra Ragulu Bolognese geldi, yedim ama doymadım. lokantadan çıkınca köşedeki pizzacıdan bir dilim de pizza yedim. 

***

kaliteden pek anlamam, benim için bol olması yeter  desem de bu yemekte kalite konusunda hiç okumadığım anlamına gelmez.

örneğin makarna üzerine ketçap dökeceksem bunun illa Heinz marka olması gerekiyor.

Hayır tabii ki bütün ketçapları tadıp tercihimi ona göre yapmadım. ama yapanın kitabını okudum. Jefrey Steingrten’ın ‘The man Who Ate Everything’ (her şeyi yemiş adam) başlıklı bir kitabı var. Insatiable Gourmet olarak tanınan meşhur eleştirmen Gael Greene ile yediğimiz bir yemekte onunla tanışmış olabilirim, ama şu an tam hatırlamıyorum. Adam tam bir yemek takıntılısıydı. Örneğin en iyi ketçap hangisi sorusu kafasına takılırsa piyasada ne kadar ketçap varsa evine alıp hepsini tek tek tadardı. sonra aklında en iyi kahve makinesi hangisi sorusu varsa eve piyasadaki bütün kahve makinelerini alıp onları da tek tek denerdi. bu adeti nedeniyle Manhattan’daki evi arada çöp eve dönerdi, ama o buna aldırış etmezdi. Eğer böyle bir  adam Heinz ketçap diyorsa ben de onu isterim gayet tabii.

***

biraz daha gençken bir gün ağzıma parmesan peyniri attıktan sonra üstüne yarım şişe ketçap içtiğim günü detaylı anlatmadan yazımı bitirmek istiyorum.

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.