New York Times yılın 10 filmi listesini yayınladı. Listede yer alan ‘May December ’, ‘Oppenheimer’ Martin Scorsese’nin ‘Killers of the Flower Moon’ ve Wes Anderson’un ‘Asteroid City’ filmlerinin yanı sıra benim asıl ilgimi çeken ‘Orlando, My Political Biography’ filmi oldu.
Bu belgesel filmde hepsi trans olan 25 birey bir yandan Virginia Woolf’un duygusal karakteri Orlando’yu canlandırırken aynı zamanda kendi hayatlarını anlatıyorlar.
önerim bu filmi ilerde seyrederken hepimizin İstanbul’u anmamız.
nedenini şimdi anlattığımda bana katılacağınızdan eminim.
Virginia Woolf (1882-1914) aklınıza gelebilecek her konuda özgün fikirleri olan ve onlardan zor taviz veren bir kadındı. çok birikimli ve kültürlüydü. birlikte olacağı kadınları da erkekleri de çok zor beğenirdi. buna rağmen ‘beş parasız bir Yahudi’ diye tanımladığı Leonard Woolf ile evlenmişti.
kendisi de yazar olan Leonard ile Virginia ünlü resim ve sanat eleştirmeni Roger Fry ile arkadaştılar. Roger Fry Bizans sanat eserlerini tanıtmak ve değerlendirmek için Konstantiniye’ye bir gezi düzenleyince bu geziye Virginia da kocasıyla katıldı.
Virginia’nın İstanbul’daki ilk gününde yoğun bir sis varmış. Bu sis nedeniyle cami minareleriyle ve eski binalarıyla şehir yüzüyormuş gibi mistik bir şekilde görünmüş Virginia’ya.
‘Sonra sis çekilmeye başladığında son derece dinamik olan ve kendi içinde geleceğin modern şehrinin potansiyelini taşıyan şehir ilk bakışta anarşik gibi gelebilen dinamik gündelik yaşamıyla ortaya çıkmaya başladı’ diyor usta yazar.
Ayasofya’dan çok etkilendiği belli olan Virginia Woolf onun seküler modernizmin izlerini taşıdığını söylüyor. Kiliseden kalan sembollerin örtülmesi ve ibadet eden Müslümanların açıkta bırakılan sembolleri görmezden gelmesiyle Ayasofya’nın geleceğin seküler modernizminin sembolik habercisi olduğunu düşünmüş.
İlk gün şehre çıkmadan önce Mrs Dalloway romanında anlatılan Bayan Dalloway’in çiçek almak için tek başına Londra sokaklarına çıktığı gün hissettiği türde bir heyecan duyduğunu anlatıyor Virginia Woolf.
Usta yazar Orlando adını verdiği bir karakterin 300 yıllık hayat macerasını anlattığı ve alt başlığını da ‘bir biyografi’ koyduğu romanının üçüncü bölümünde Orlando’nun Konstantiniye’ye büyükelçi olarak atandığını anlatır. ‘Bir biyografi’ alt başlığından da anlayabileceğiniz gibi Woolf aslında erkek egemen toplumdan kadının gerçek kimliğini bulabileceği topluma geçişin koşullarını yazmaya çalışmaktadır.
Orlando karakteri bir erkek olarak geldiği şehirde birkaç gün süren uyku döneminden sonra Kafka’nın ‘dönüşüm’ romanında olduğu gibi bir böceğe değil bir kadına dönüşmüş olarak uyanır.
Orlando da Virginia gibi şehirdeki ilk gününde sis altındaki minareleri bulut içinde yüzer gibi gördüğünden mistik anlam kazanmış şehre bakmaktadır. Sis çekilip şehrin gündelik yaşamı ortaya çıkınca dönüşüme uğramış Orlando bir kadın olarak gündelik hayatın içine ilk kez girer ve gerçek üstü denebilecek deneyimler yaşar. Romanda Orlando daha sonra bir çingene ailesiyle birlikte İstanbul’u terk eder ve Londra’ya dönüş yolunda ‘iyi ki kadınım’ diye bağırır.
burada bana ilginç gelen ancak 21. yüzyıl dünyasında olabilecek bir erkeğin kadın olması gibi bir süreci yazarın modern ve seküler potansiyel gördüğü İstanbul’da gerçekleşmesini uygun görmesiydi.
Diyorum ki o dokümanter filmi izlerken bugün maalesef LGBT+ bireylere baskı uygulayan bir ülkenin vatandaşları olarak Virginia Woolf’un İstanbul’unu da analım. ve ortadan elbirliğiyle yok ettiğimiz muhteşem seküler modernlik potansiyelimizi düşünüp biraz utanalım.